Milli ve siyasi kavramların çoğu zaman, çıkarlar doğrultusunda yeniden anlamlaştırılmaya veya niteliksizleştirilmeye çalışıldığı bu süreçte bazı soruları sormadan, cevaplamadan geçmemek lazım.
Kavramların içini boşaltmaya çalışmak veya farklı bir anlam kazandırmaya çalışmak hangi mantığın veya amacın ürünüdür? Mesela; Laiklik kavramına ne kadar farklı bir anlam yükleyebilirsiniz? Ya da Ulusalcılığa? Peki Faşizme? Ve dahası… Siyaset; sistematik çizgisinden çıkıp, kişisel amaç ve ihtiraslar için kullanılan bir araç haline dönüştüğü zaman; politika yapıcılar, politik duruş ve eylem yetilerini yitirmeye başlamaktadır. Ortaya çıkan bu kaos ise; kavramların yine aynı çıkar(lar) doğrultusunda nitelendirilmesine veya içinin boşaltılmasına fırsat vermektedir.
Tarihe baktığımızda, Milli Mücadele döneminden itibaren ülkedeki modernleşme ve aydınlanma çabaları bir grup güruh tarafından devamlı baltalanmaya çalışılmıştır. Bu grup; asla vazgeçmediği taktiklerini (yalan, iftira, işbirliği, olayları çarpıtma, halkı aldatma gibi…) büyük bir iştahla uygulamaya koymuştur. Bu karanlık çabalar; Atatürk’e ağza alınmayacak iftira ve hakaretlerle başlar, daha sonra Milli Mücadele’mizi vatana ihanet olarak görürler (ki bu görenler İngiliz mandası olmayı kabul edenlerin ta kendileri) ve Cumhuriyet devrimlerimize saldırma ile sürüp gideer. Laikliği dinsizlikle, Cumhuriyet’i batı taklidi olmakla, Harf Devrimi için halkı cahil bırakmakla, şapka devrimi için “asılan âlimler” yalanları ile karşı devrim ve gericilik emellerine ulaşmaya çalışırlar.
İşin en aciz tarafı ise; günümüze baktığımızda bu hurafelerin ve iftiraların hâlâ kullanılıyor ve kullanılacak olması. Birbirlerinin kulaklarına üfledikleri yalanları bilgi olarak kabul edenler, cehaletin baş mimarlarıdır.
Bu zat-ı muhteremler; İskilipli Atıf’ın “Şapka Risalesi”nden dolayı asıldığı yalanını söylerler ama bu davadan beraat edip, vatana ihanet suçundan asıldığını söylemezler. Hamidiye Zırhlısı’nın Rize’yi bombalattığı yalanını söylerler ama Rize’nin Potomya Ulu Cami İmamı Hafız Şaban Hoca’nın ve Muhtar Yakup’un liderlik ettiği ayaklanmayı hatta Botaniye Jandarma Karakolu’nu basıp altı jandarmayı esir aldığını ve dahası Muhtar Yakup’un akrabası Peçeli Mehmet’in halkı “Ey ahali Ankara ihtilâl içindedir. Mustafa Kemal üç yerinden yaralandı. İsmet Paşa ortadan kaldırıldı. Dindar paşalarımız hükümeti ellerinden aldılar. Şeriat kurtarılıyor. Korkulacak bir şey kalmamıştır” yalan beyanında bulunarak halkı ayaklanmaya teşvik ettiğini ve bunun sonucunda ordunun duruma müdahale ettiğini söylemezler!
Harf Devrimi ile bir gecede halkın cahil kaldığı hurafesini yayarlar ama o dönemde halkın sadece erkeklerde %7’sinin, kadınlarda %0.4’ünün okur yazar olduğunu ve Harf Devrimi’nden sonra 7 yıl içinde bu oranın %23’e çıktığını söylemezler! 1932’de Atatürk’ün ezanı yasakladığı yalanını söylerler ama ezanın yasaklanmadığını aksine halkın anlayabileceği şekilde Türkçe okutulduğunu ve bu vesileyle Türkçenin en büyük makama kadar yükselmesinin amaçlandığını söylemezler!
Milli Mücadele döneminde camilerin ahır yapıldığı yalanını büyük bir iştahla söylerler fakat 1950-60 arası yol yapmak için 54 camiyi, Saraçhane Mescidi (Mimar Ayas Mescidi)’ni, Karagöz Mescidi ile tarihi medreseleri, çeşmeleri ve mektepleri yıktıranları ağızlarına bile almazlar!
Yıl 2024 ve aynı iddialar devam ediyor hatta üstüne yenileri ekleniyor. Bu şuursuzlukta olanların ve bu yolda ilerleyenlerin de yazının başında bahsettiğim gibi milli ve siyasi kavramlara yalanlarıyla farklı anlamlar kazandırmak istemeleri normal olsa gerek! Bu açıdan baktığımızda Atatürk’e ve Atatürkçülere düşman olmaları da çok normal; çünkü cehaleti en büyük düşman bellemiş bir toplum emperyalistler ve uşakları için asla iyi bir seçenek değildir.
Başka bir açıdan baktığımızda ise; bir ülkenin temel taşının eğitim olduğu hemen hemen tüm toplumlar tarafından bilinir. Bizde ise sürekli kısa vadelerde değişkenlik gösteren bir eğitim sistemi mevcut. Bu niteliksiz eğimin ilk mimarları ise; zamanında Köy Enstitülerini “komünist yuvası” diye kapattıranlar; altını kazanlardır. Çünkü dünyada bir benzeri görülmeyen, tüm işleyişi ile bize ait olan ve teorik, pratik alanda maksimum başarı elde edilen bir sistemin varlığı emperyalizmi “dava” olarak belleyen güruhun işine gelmiyordu. Kırsaldaki halk bilinçleniyor, Türk aydınlanması toplumun en derinlerine kadar nüfuz ediyordu. Tarımda, hayvancılıkta, kültür ve sanatta, edebiyatta kendisini geliştiriyor, ilmin önemini daha çok kavrıyordu. Ve günün sonunda her yönüyle ülkenin ve milletin faydasına olan bir eğitim sistemi kurulan kumpaslar ile “ahlâksız anarşik yuvaları” olarak toplumda yer buluyordu.
Bakınız şu an mücadele ettiğimiz cehalet sahipleri ve vatan hainleri o dönemde nefret tohumları ekenlerdir. O dönemin işbirlikçileri ve emperyalist uşaklarıdır! Defalarca vurgulanan bu emperyalizmin besin kaynağı cehalettir, çoğu zaman din olgusunu ve din istismarcılarını kullanır, kumpasla-oyunla çıkamadığı işten kan dökerek çıkmaya çalışır, halkın cahil kalmasının yanında “aç” kalmasını da isterler.
Dünya gelişmekte; çağdaş ve uygar toplumların hedefi ilim ve bilimi kullanarak daha yaşanılabilir bir dünyaya hizmet etmek iken biz 2024 yılında halâ kavramları ve hurafeleri tartışıyoruz. Daha doğrusu bunları tartışmamız isteniyor. Toplum içinde sürekli bir fikir çatışmasına maruz kalıp çağı kaçırıyoruz. Algımızın kontrol edilmesi ve yönlendirilmesine izin verdiğimiz sürece de asla üreten ve uygarlaşmayı amaçlamış bir toplum seviyesine gelemeyeceğiz aşikâr. Çünkü bugün bile merak ettiğimiz ve sorguladığımız başlıca konunun “Sakız çiğnemek orucu bozar mı?!” olduğu sürece bilişsel ilerlemenin pek de mümkün olamayacağı apaçık ortadadır. Orucu en önce ne bozar biliyor musun güzel kardeşim; ihanet bozar, kötü niyet bozar, kalbinin kararması bozar, insanları ayrıştırmak bozar, bir milleti sırtından vurmak bozar, yediğin lokma değil, milletin cebinden çaldıkların; yalan ve hurafelerin bozar… Bunların yanında 3 kuruşluk sakızın lafı bile olmaz!
Metehan PARS