DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN
Metehan PARSTÜM YAZILARI

Esaretin Panzehri: ATATÜRK VE CUMHURİYET

Yayınlanma Tarihi : Google News
Esaretin Panzehri: ATATÜRK VE CUMHURİYET

Milli Mücadele’den günümüze kadar olan zaman zarfına baktığımızda, farklı kesimlerden nüfuz eden Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarına maalesef hala tanık olmaktayız.  Hiçbir mantık ve maneviyat çerçevesine dahil olamayan “düşmanlık” derecesine varan bu yaklaşımların, savunmaları da zamanın koşul ve çıkarlarına göre değişmektedir. Bu karşı ve şuursuz hareketin çıkarları saymakla bitmediği gibi menfaatleri uğruna özenle dikilmiş bezenmiş yalanlarla süslenmiş kılıfları da vardır. Dikkat ederseniz, devamlı saldırı pozisyonunda ve birbirlerinin kulaklarına üfledikleri aslı astarı olmayan ezber cümlelerle karşımıza çıkarlar. Düşledikleri ise, hurafeleri bilgi diye sayan, sorgulamayan, koşulsuz biat eden, ilim-irfan ve milli şuurdan yoksun bir toplum yapısı. Bunlar emperyalizm ve uşaklarıyla ortak hareket ederler. Çünkü birbirlerinden tarih boyu beslenmişlerdir. Düşünen, sorgulayan ve üreten toplumu tehdit olarak görürler. Kadınlar, değişmez hedefleridir! Çünkü kadın, öğreticidir, güçlüdür ve mücadelecidir. Onun eğitilmesini devlet yönetiminde ve sosyal toplum içerisinde söz sahibi olmasını istemezler. Gördükleri en yüksek mevkii; evin mutfağıdır!

Kadınların neredeyse “yok” sayılıp “tehlike” olarak görüldüğü ülkemizde Atatürk, Cumhuriyet ile birlikte kadınlara siyasi, sosyal ve ekonomik haklar tanımıştır, devrimleriyle Onların toplumun her kesiminde söz sahibi olmalarının önünü açmıştır.

4 Nisan 1926’da Medeni Kanun’la; evliliklere resmiyet getirilip çok eşlilik kaldırıldı.

Şer’i hukukta boşanmalar tek taraflı olarak kocaya tanınmışken Medeni Kanun’la boşanmalarda erkeğe tanınan tüm haklar kadına da tanındı.

Ayrılık durumunda, kadın ve çocuğun haklarını güvence altına alacak haklar getirildi.

Miras hukukunda eşitlik sağlandı.

Süreç, kadınlara tanınan siyasi haklarla devam etti. 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde ve hemen arkasına 5 Aralık 1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı artık kadınlarındı. Türk kadını hak ettiği mertebeye gelirken dünyanın diğer kıtalarında birçok ülkenin kadınları bu haklardan mahrumdu.

Bu hurafecilerin en ünlü ezberlerinden biri de Atatürk’ün “batı taklitçisi” olduğudur. Bu yüzden yazmadan geçemeyeceğim; o taklit edildiği zannedilen Batı’da; Fransa ve Belçika’da 1944, İtalya’da kadınlar 1948 yılında seçimlere girebilmiş, İsviçre’de kadınlar 2 Şubat 1971 yılına kadar haklarını alamamıştı!
Büyük Atatürk devrimleriyle, kadına kanuni, sosyal ve ekonomik haklar tanıyıp, toplumda duruşuyla, iş gücüne katkısıyla, aktif, eşit ve söz sahibi bir birey olmasını sağlarken günümüzde O’nu acımasızca eleştirip karşı rejimi savunan kadınların hangi gafletin içinde olduğunu anlamak mümkün değildir!
Yıllardır alışılagelmiş ağızlarında sakız niteliği kazanmış hurafeleri ise; dedelerinin mezar taşlarını okuyamamaları! Lakin atladıkları şey; dedelerinin de okuma yazma bilmiyor olması! Ve arkasına ekledikleri sav “Harf Devrimi ile halkın bir gecede cahil kaldığı!” Okur-yazar oranının erkeklerde %7, kadınlarda %0,4 olan bir toplumun yeni alfabe ile tek gecede cahil kalmasından bahsediyorlar! Bunun neresinden tutsak elimizde kalır. Öncelikle şu ezberi düzeltmek gerekir; Harf Devrimi ile Latin Alfabesi’ne değil Yeni Türk Alfabesi’ne geçildi. Dikkatle incelerseniz diğer devrimlerde olduğu gibi bu da bilimsel bir devrimdir! Atatürk’ün bir komisyon oluşturup bilimsel çalışma yaptırdığı ve kendisinin de bizzat bu çalışmalara katıldığı bir devrim. Bunun hem tarihsel hem de dediğim gibi bilimsel nedenleri vardır. 1 Kasım 1928’de yapılan Harf Devrimi ile 1935’e gelindiğinde %7 olan (kadınlar %0.4) okur-yazar oranının %23’e çıktığını görüyoruz. Yedi yıl da %16 gibi büyük bir oranla yükselen okuma yazma oranı her yıl daha da artarak devam etmiştir.
Ayrıca bilimsel yayınları, edebiyatı, tarihi hatta kutsal kitabı bile okuyamamaktan (anlamamaktan) yakınmayanların, mezar taşlarının okunamamasından dert yanması ve örnek göstermesi oldukça trajikomik ve artniyetlidir.. Amaç bilgiye ulaşmak gayesinden ziyade sadece muhalif olup, “şovmenlik” ve çığırtkanlık yapmak olunca, anlamlandıramamak son derece normal kalıyor!
Çünkü kadını yok sayan emperyalizmin uşakları aynı zamanda halkın cahil kalmasını istiyordu. Bu yüzden halkın okur-yazar olması onların planlarına ters düşmekteydi. Yıllarca yalanlarına alet edip, halkı kandırmak ve menfaat sağlamak için kullandıkları kutsal kitap her kesim tarafından okunmaya başlanacaktı ve bu endişelenmeleri için yeterli bir sebepti. Ayrıca okur-yazarlık ilim demekti. İlim de, aydınlık! Bu da karanlık zihniyetin sonu olacaktı!



Büyük Atatürk der ki;
“Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim… İlk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. (Hz.) Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim.” (Atatürk ve İnkılap, 30 Kasım 1929)
İslâm’a birçok sefer hizmet etmiş, 13 Ağustos 1923 tarihli Meclis konuşmasında kürsüden milletvekillerini şehitlerin ruhlarına Fatiha okumaya çağıran (Meclis tutanaklarında vekillerin hep beraber ayakta Fatiha okuduğu kayıtları geçmiştir) Atatürk’ü; tarihin ve günümüzün yobazları yerden yere vurup dinsizlikle ve dine karşı propaganda yapmakla itham etmiş, etmektedir. Fakat aynı zatlar 1950-60 arası yol yapmak için 54 camiyi yıkanları baş tacı edip, toz kondurmamışlardır (Bu şuursuzluk hâlâ devam etmektedir). Utanmadan “Camiileri ahır yaptılar!” iftirasında bulunanlar, 1953’te Saraçhane Mescidi (Mimar Ayas Mescidi), Karagöz Mescidi ile tarihi medreseler, çeşmeler ve mektepleri yıktıranları görmezden gelmişlerdir. Demek ki niyette bir çıkar var! İbadete başlamadan niyet edilir, ki o niyetin temizliğindedir asıl abdest. Ama sahte, menfaatçi, rant kölesi olmuş sadece görüntüde Müslüman olanlar alışkındır yüreğinin ve zihnin karasıyla secde etmeye! İşte laiklik, hem devleti kullanarak dini; hem de dini kullanarak devleti yapılabilecek her türlü sahtekârlık ve hainlikten korumaktır. Çünkü bu coğrafyada yüz yıllardır en etkili propaganda aracı “din” olmuştur. Millet, hurafelere, yalanlara inandırılmış temiz duygularıyla istemeden de olsa emperyalistlerin menfaatlerine hizmet ettirilmiştir. Örneğin; İskilipli Atıf’ın şapka risalesi’nden dolayı asıldığını söylerler. Oysa İskilipli, Giresun İstiklal Mahkemesi’nde Şapka davasından beraat etmiştir. (Hatta mahkeme heyetiyle aynı gemide İstanbul’a dönmüştür) İskilipli Atıf’ın Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından “vatana ihanet” suçundan idam edildiğini söylemezler. Başını çektiği İslam Teali Cemiyeti’nin girişimiyle bir bildiri yazıldığını, Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya dağıtıldığını, bu bildiride Atatürk için “Selanik dönmesi, yankesici, fitneci, hain, haydut, alçak, melun, cani, zalim, hırsız, canavar” tabirlerinin kullanıldığını ağızlarına almazlar. İskilipli Atıf ile yargılanıp idam edilen, Yunan işgaline karşı direnilmemesi için yaptığı çalışmalar kesin olarak belgelenen bir diğer isim ise İskilipli’nin işbirlikçisi Babaeski Müftüsü Ali Rıza’dır. İşte görüyorsunuz “din” olgusu ön planda olan iki kendini bilmezin hainliklerini. Bu örnek, tarihte yüzlerce olandan sadece bir tanesiydi.

Günümüzdeki başlıca tehlike ve milli bekanın kanserli hücreleri işte bu hainlerin izinden gidip, kendilerine kılavuz edenlerdir. Tek emelleri Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş medeniyetler seviyesinin gerisinde kalması, emperyalistlerin himayesine girilmesi, toplumun daha fazla yoksul ve eğitimsiz olması, Atatürk ve devrimlerinin bu coğrafya üzerinden silinmesi. Bunların yalanlarıyla ve hurafeleriyle nesillerimizin kirlenmesine izin verdiğimiz sürece de ülke kaçınılmaz bir karanlığa sürüklenecektir. Araştırarak, okuyarak, yazarak, konuşarak “asıl” olanı aktarmadığımız sürece de bu tehlike devam edecektir. Bıkmadan, usanmadan.. Umutsuzluğa düşmeden.. Erzurum Kongresi’nde tüm görevlerinden azledilmiş Mustafa Kemal’in bir pencere aralığında, bir parça ekmek ve bir parça helvayla geçirdiği soğuk gecedeki zafere olan inancıyla..

Unutmamamız gereken şey; Türkiye’dir Atatürk. Anadolu’dur! Her karışında milleti için kurtuluş ve aydınlanma mücadelesi verdiği, ülkesinin üzerine güneş gibi doğup “imkânsızlığı” aciz bırakan ışıktır.. Yüz yıl sonrasını görmektir, vatanı sevmektir, bayrağı göndere çekmektir Atatürk. “Geldikleri gibi, giderler!” diyebilmektir. Sahip olduğu tüm değerler için ölüme meydan okumaktır. Mutlak surette çok daha fazlasıdır Mustafa Kemal, O’nu anlamak, anlatmak ve yaşamak gibi…

 

Metehan PARS